hicabi bey’in masumiyet müzesi / içinde tıp tıp gezer fındıkfaresi

Mayıs 2, 2013 - Leave a Response

masumiyet: dünyayı bilmem de şu bizim yalnız ve yanlış ülkemizde müzesi olan tek soyut kavram. faniler aleminde esasen bir rivayetten ibarettir diyebiliriz masumiyetten için. galibiyetten dem vurup duran bir mağlubiyet hali de desek yeridir mi yeridir. insan olmaya mahkumiyet bahsinde bir iyi hal indirimi desek? karşısına şakkadanak bu masum kavram çıkınca insanın endazesi şaşıyor böyle işte, kusura kalmayınız muhterem kariin.

hayvanatla insanatı ayırdetmemizi sağlayan tek bir farka işaret ederek otobana girelim tekrar efenim. nedir o mucizevi fark? öleceğinin bilgisi… ah ki ah, masumiyetin yitimi bu bilgiyle, ölüm bilinciyle gerçekleşir. bundan ötürüdür ki babanızın, annenizin, alfons dö la abuzittin emicenizin imamın (ya da rahibin, hahamın, her neyse işte) cadillac’ına bindiğini gördüğünüz yahut işittiğiniz an, maatteessüf, çocukluk çağınızın da cenaze arabasının kasasına atladığına delâlettir. ondan sonra gelsin dalâlet, anasını satayım! (gördüğünüz üzre bazen tek bir harf ne feci sonuçlara yol açabiliyor.)

demek ki neymiş? insan tabir edilen mahluk, ancak ve sadece dört durumda masumdur: 1) sabi sübyanken, 2) kıçında pireler uçuşurken, 3) sevişirken (bazı anlarda ve bazen olmak kaydıyla) ve bir de 4) mevta mertebesine yükselmişken. bundan ötesi şam’da esed.

iyi de sadecene canlıların masumiyeti mi bahse değerdir? n’ayır nalan. evlerin, şehirlerin, aşkın, hayatın, ölümün, dünyanın masumiyetinin canı patlıcan mı? o halde bunların masumiyetinin nasıl sırra kadem bastığına da şöyle ufaktan bi dokunsak fena olmaz. meselâ bir şiirimde yumurtlamışım ki, “ağaçların evlerden daha yüksek olduğu zamanlar… dünya daha masumdu.” yalan mı ha, deyin hele bi. evler meselâ, insanlar kapıdan adım attıkları anda masumiyet gitti gider ve artık yalnızca behçet hocamızın şiirlerinde masumiyetin düşünü kurar ev dediğin. şehirlerin masumiyeti daha da karmaşık bir mes’eledir, burada dalmayayım bu derin mevzua. aşkın masumiyeti? ahah, o kolay: hesap kitapla birlikte ölür aşkın masumiyeti, ölünce aşkı da beraberinde götürür. dünyanın masumiyeti, ilk insanın sahneye çıkışıyla birlikte tuzla buz oldu. yine de adem’in soyu dünyanın masumiyetini tümden bertaraf etmeyi başaramadı çok şükür –en azından şimdilik diyelim. hayatın ve ölümün masumiyetine gelince… ikisi aslına bakarsanız aynı şeydir: varoluşun tek yumurta ikizleri olmanın getirdiği keyfiyet.

çoktandır dandiklopedimize yeni madde eklemediğimiz içün paslanmışız azıcık. affola. bu kez örnek cümlemiz aynı zamanda bir bilmece olsun, hadi bakalım on saniyede cevaplayın: “neyin alternatif maliyetidir masumiyet dediğiniz?”

farezehirinden ödü kopan hicabi bey

Aralık 9, 2012 - 2 Yanıt

zehir: hepiniz bilirsiniz ki ağu demektir. çoğunuz da bilmez ki çiçek demektir. bazılarınız iyi, bazılarınız şöyle böyle bilir ki hem çiçek hem ağu deyince kadın gelir akla. kadınlar, soframızdaki yeri öküzümüzden sonra, kalbimizdeki yeri her bi boktan önce gelen hani. neyse, konuyu dağıtmayalım iyisi mi, netameli çıkmazlara girerek. evek, en meşhur zehir, lise ikiden hatırlayacağınız üzre, baldırandır. (pardon, lise tabir edilen acuze kurumlarda felsefe tarihinin köküne kibrit suyu ekileli bir hayli oldu, di mi?) “haksız yere öldürülüyorsunuz!” dendiğinde sokrates’in tepkisi ne kadar inceliklidir: “ne yani, bir de haklı yere mi öldürüleydim!” lekeli baldıran mıydı (conium maculatum) filozofumuzu saltanat kayığına bindiren, yoksa lekesiz olanı mıydı bilemiyorum, olay mahallinde değildim o sıra bendeniz.

esasında herşeyin zehir ve bütün meselenin dozaj olduğunun altını çizmekle ne demeye getirmiştir phillipus theophratus bombastus von hohenheim paracelsus efendi? ki bu efendi sadece bu lakırdısıyla değil, ibni sina ve hipokrat’ın eserlerini ateşe vermesi ve mezartaşında “vitam cum morte mutavit (ölümle hayatı takas etti)” diye yazmasıyla da meşhur bir zat-ı muhteremdir ve de sırasıyla isabet etmiş, iyi halt etmiş ve yine isabet etmiştir. takas ekonomisi hepimiz için geçerlidir nihayetinde, ve dahi hayatın fazlası en güçlü zehirdir romalılar, yurttaşlarım!

bi de bir tonton’umuz vardı bizim, allah rahmet eyleyesice, sevapları günahlarından çok daha fazlaydı (şortla denetim müthiş güzel bir sazdır, anlamayana davul zurna azdır meselâ), tam da ekonomik liberalizmin siyasal liberalizmsiz eksik, sakat ve arabesk kaldığını farkederek vites değiştirecekti ki bilumum kimyasal, tarımsal ve radyoaktif elemanlarla “hal” edilerek halledildi! eh, günümüzde de böyle faideli bir şekilde istihlak edilebiliyor bu zehir dediğimiz körolası meret.

beyler hanımlar, siz bütün bunları boşverin, ben kestirme yoldan tanımlayıvereyim size zehir nedir. zehir, kapitalizmin ta kendisidir anacım. bugünlerde elimden düşüremediğim son şaheserini şahit göstereyim size burada, galeano ustamın.

şöyle buyurmaktadır kendisi:

“2008 yılında, miguel lópez rocha, meksika’nın guadalajara şehrinin kenar mahallelerinden birinde dolaşırken ayağı kaydı ve santiago nehrine düştü.

miguel sekiz yaşındaydı.

boğularak ölmedi.

zehirlenerek öldü.

aventis, bayer, nestlé (tanı bunları, tanı da büyü, zıkkımlanma çikolatasını filan bunun çocuğum! -h.a.), ibm, dupont, xerox, united plastics, celanese ve diğer firmaların kendi ülkelerinde yapamadıkları şekilde nehrin sularına boşalttıkları arsenik, hidrosülfürik asit, cıva, krom, kurşun ve furan öldürdü onu.”*

işte budur zittiğimin kapitalizmi. hele de bizim gibi ülkelerdeki suyunun suyu daha bi çamur, daha bi çirkeftir. zehirli çirkef.

örnek cümleye gerek var mı artık bu durumda? yok! yine de örnek cümlemizi tekrarlayalım o halde, hep birlikte: “kapitalizm öldürmeden süründüren, süründürerek öldüren, öldürerek süründüren, süründürmeden öldüren, yani her halukârda işini lâyıkıyla gören zehirdir; panzehirini bulmaya bak ey insanlık!”

zehretme bana hayatı cananım. acemkürdî şarkı. güfte ve beste: zeki müren.

dinliyoruz.

(*) eduardo galeano, “ve günler yürümeye başladı”, çev: süleyman doğru, sel, 2012, s.57.

geyik avcısı hicabi bey

Nisan 14, 2012 - Leave a Response

aşk (6): deniz kıyısında avlanan bir geyik avcısı yürümüş, yürümüş, derken büyük bir ırmağın ağzına varmış. bir ses duymuş orada: iç eriten bir ses türkü söylüyormuş. can kulağıyla dinleyen avcı türkünün sözlerini zar zor anlamış: gel, gel, / kimsesiz avcı, / hemen gel / akşam serinliğinde.

avcı, ırmağın kıyısı boyunca, türkünün geldiği tarafa aklı başından gitmiş gibi koşmuş da koşmuş. derken bir de bakmış ki ırmağın karşı kıyısında güzeller güzeli bir genç kadın bir kayanın üstüne oturmuş, yanık yanık türkü söylüyor. kadın çağıran, yalvaran gözlerle süzmüş avcıyı. avcı, köpüren ırmağın önünde duraklamış, düşünmüş. bunu görünce kadın yeniden türküye başlamış: gel, gel, / kimsesiz avcı, / hemen gel / akşam serinliğinde.

avcı çarçabuk soyunmuş, buzlu akıntıya karşı çabalayarak yüzmüş suyun üstünden, suyun altından; sonunda bitkin, yarı ölü, karşı kıyıya, gülümseyerek kendisini çağıran kadının oraya varmış. ama yanına yaklaşır yaklaşmaz kadın hor bir kahkaha atıp baykuş gibi alay ede ede kaçmış. bitkin ve ölgün avcı, yine çabalayarak geri yüzmüş, ama öbür kıyıya ayak basar basmaz oracığa yığılmış, kendinden geçip donmuş.

neden sonra arkadaşları gelip orda bulmuşlar avcıyı. sımsıcak urbasının yanıbaşında çırılçıplak donmuş olan avcının başına ne geldiğini bir türlü anlayamamışlar.

herkes, çıldırdı sanmış. ne avına çıktığını anlayan olmamış.*

***

evvel zaman içinde kitapların sayfaları kapalı olurdu; kağıt açacağıyla, o yoksa elinizle açardınız. işte öyle bir kitap gözüme çarptı kütüphaneme bakınırken bu sabah. rastgele açtım kitabı, karşıma bu hikâye çıkıverdi. ne zamandır yazmıyorum bloglarıma, bari bu vesileyle bir yazı gireyim dedim. lugatimizin en netameli (ve artık hiç hazzetmediğim) maddelerinden birini halâ bitirebilmiş değilim, tefrika edip duruyorum. bu da altıncısı olsun.

örnek cümlemiz mi? ne bileyim, meselâ şöyle bişey: aşkın cümlesi üç noktadan ibarettir.”

(*) alıntı: talât sait halman (haz.), “eskimo şiirleri”, çev: talât sait halman, yeditepe, 1969, ss. 47-48.

laforizma hırgızı hicabi bey

Aralık 30, 2011 - 2 Yanıt

aşk (5): bir varken bir yokken, aşkın [g]azabıyla kulunuz neye uğradığını şaşırmış, olay mahallinden onyüzmilyonbin pare halinde uzaklaşmış, ve uğrun uğrun inanır olmuştu ol illete tutulmanın vereme tutulmaktan çok daha ölümcül olduğuna. onunçün de aşk bahsinin tarifini tam bir yenilmelere doyamayan pehlivan tefrikasına dönüştürecekken, kaderin büyük ünlü uyumuna ters düştüğü için türk dili tetkik cemiyeti tarafından uzun sürmesi mukadder bir kedere irca edildiğini hatırlayan kahramanımız, reytingi düşen diziler gibi bu tefrikayı zart diye yarıda kesmek mecburiyetinde kalmış olupdur.

lâkin aradan sular seller akmış, aynı sularda iki kez yıkanılamayacağı şeklindeki felsefi prensipten hareketle, suya sabuna dokunmadan tefrikanın devamının nasıl getirileceği ve işbu bahsin nice bir hitama erdirileceği hususunda kafa yorarkene, tesadüf bu ya, kederin bir oyunu olaraktan, tam da bugün bu saatte, uğursuz 2011 senesi giderayak iken, pire berber iken, sevgili pa hanımefendimizin laforizmik aromalı ve beşamel soslu bir tarifiyle karşılaşmasın mı! ay ne hoş. şimdi bu tarifi örnek tümce şekline getirelim hadi:

aşk halâ bana göre birine canını sadece sevdiğinin yakabileceği gibi yakma yetkisi vermek, hatta bunu istemek ve bundan zevk almak demek. yani ahmaklık, evek.”

binbir surat hicabi bey

Aralık 23, 2011 - Leave a Response

yüz: doksandokuzdan sonra gelen sayı diyeceğimi sanıyorsanız yanılmıyorsunuz; evek, o sayı işte. ikinci anlamı biraz karışık: surat, suret, sima, çehre gibi tilciklerle bir nebze yanına yaklaşabileceğimiz bişey. elbette bunlar yüzü açıklamaz, belki yanına yöresine götürür sizi. öyle her elirdiğiniz kelimeyi bir başka kelimeyle eşanlamlı sanmayın ilkokul bebeleri gibi; nüans diye bir hakikat var şu dünyada. değilse suratsız ile yüzsüzü aynı çuvala koyup birbirini tırmalattırırsınız maazallah. gelvelâkin lugatimiz milli kereste fabrikalarının müfredatına uygun bir türkçe sözlük olmadığından, tutup da size yüz nedir diye uzun uzun izahata teşebbüs ve hatta tevessül edecek değiliz sayın yanılıp da google baba türbesinden buraya yolu düşen ahali. n’apcez peki? tanıklıklara başvurcez. meselâ marcel proust amcamızı davet edeceğiz sahneye: “öhöm, insan yüzü gerçekten de şu doğunun tanrılarına benzer; farklı düzlemlerde üstüste bindirilmiş bir grup yüz. hepsini aynı anda görmek imkansızdır.” hımm, bir nevi üstüste geçirilmiş doğal maskeler kombinasyonu sanırsam? en üsttekine de yüz niyetine mi bakıyoruz? neyse, ben yanlış anlamış olabilirim, maskeler ve dahi masklar tiyatorada olabiler. proust amcamızın lakırdısını kazaen işitmiş bulunan nathaniel hawthorne –simanız yabancı gelmiyor fekat çıkaramadım bir an, mazur görünüz– ondan aldığı cesaretle şöyle buyuruyor: “hiç kimse sonunda hangisinin gerçek olduğunu unutmaksızın, uzunca bir süre kendisine bir yüz, başkalarına başka bir yüz takınamaz.” efenim malumu ilam etmek işte bu kıymetli şahsın eylediği şimdi. ne de olsa hafıza-i beşer nisyan ile malul değil midir? eheh, söz meclis-i taife-i nisadan dışarı ama öldürücü darbe oscar wilde abimizden gelir: “bir erkeğin yüzü otobiyografisidir. bir kadının yüzü ise onun kurmacası.” borges emmimiz ise her zaman yaptığını yaparak, yolları çatallanan bahçeden bize seslenir: “insan dünyayı resmetme göreviyle yola çıkar. yıllar ilerledikçe çerçeveyi krallıkların, dağların, körfezlerin, gemilerin, adaların, balıkların, odaların, aletlerin, yıldızların, atların ve insanların imgeleriyle doldurur. ölümünden az önce anlar ki, çizgilerin sabırlı labirenti aslında kendi yüzünün izini sürmektedir.” yaa, işte böyle.

örnek cümlemizle mes’eleye bir virgül –dikkatinizi çekerim; nokta değil– koyalım: yüzden bir sonraki sayı başka bir yüzdür; bakışlardaki ışığı emip seni dünyanın o kurşuni karanlığında bir başına, gözleri fersiz, cascavlak bırakıverir icabında.” çok mu oyuncaklı oldu tümcemiz beyler hanımlar?

patrona halil patronlara karşı

Temmuz 13, 2011 - Leave a Response

patron: burda dergisinin ortasından çıkar, ananelerimize ve annannelerimize göre faideli bir meşgale için elzem bi gereçtir.

ikinci anlamı içinse sakallı bir amcaya başvurmak akıllıca olur. bu amca, sermaye düzenini ve sermayedarları yerden yere vurur, yamultur, fos çıkarır. esasen “boss” tilciğinin kökeni de işte bu “foss”tur. “boşş” ve “foşş” da buradan türeme tilciklerdir.

güzide beldemizde patronlara “işveren” demek adet olmuştur. sen kimin işini kime veriyorsun birader? validenin münasip yerinden iş vermek üzere mi çıktın? bu yetkiyi sana kim verdi? sakallı amcamız bu suallere de gayet usturuplu bir izahat getirmektedir, yeter ki üşenmeyin okuyun, okutun. kişisel gelişim şeysi asıl böyle olur, ferrarisinin egzoz borusuna ot tıkadığımın bilgesi söylemez size bu acı gerçeği. cihân ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler / ol mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler. yani siz, eşşek gibi çalışıp ter döken, ama patronların “işveren” olduğunu sananlar.

velhasıl, en iyi patron imamın kayığına binmiş patrondur. örnek cümleyle bu bahse bi virgül koyalım aziz hemşehrilerim: patronun olduğu yerde gül bitmez, insanlık biter.”

birinci sınıf hicabi bey

Şubat 14, 2011 - Leave a Response

hayvan: kimilerine göre masumane, bana göreyse hainane bi küfür tilciği.

insanmerkezcil bakışın hödüklüğünün tezahürü.

beyinsiz, iradesiz, şahsiyetsiz, haysiyetsiz, haksız, hukuksuz, önemsiz, aşağılık mahlûkatın genel ismi. köle. uşak. serf. parya. hayat alanı yok. kafes, akvaryum, hayvanat bahçesi, ahır, kümes, laboratuvar vb mekanlara lâyık. senin istediğin şekilde ve istediğin kadar yaşar, sen istemezsen ölmek zorundadır. vurursun, döversin, kesersin, oklarsın, kurşunlarsın, ona bişeycik olmaz, vurduğun yerde gül biter. insan denen uluyüceböyyük varlığın dediği olur. o ne derse doğrudur, o ne yaparsa haklıdır, o ne eylerse güzel eyler. vahşilik, yabanıllık ve hayvanlık senin gözünde alçaltıcıdır, ah ulan ah, keşke vahşi, yabani, hayvan olmakla şereflenebilseydin! gelgelelim uygar, evcil ve insansın, bu duruşa bir vuruş kaç kuruş?

yok insan şunu yapan hayvandır, yok insan bunu eden hayvandır. hadi len! insan, hiçbir zaman hayvan kadar olamamış bir mahluktur. eşref-i mahlûkat kategorisine insan sıfatıyla girebileceklerin sayısını bilmemkaç milyon yılda toplasan toplasan onbin ya eder ya etmez. onların da uzaydan yolunu şaşırıp geldiklerinden şüpheliyim şahsen.

desmond morris’in on maddelik yeni hayvan hakları bildirgesini burnuna dayayayım da insanmerkezcil küstahlık ve bencillikten sıyırmaya bak kendini. dünya senin çevrende dönmüyor insan mısın sefil misin ukalâ mısın her ne boksan işte.

1. boşinançlarını ya da dinsel önyargılarını tatmin için hiçbir hayvana iyi ya da kötü kurgusal nitelikler yükleyemezsin!
2. hiçbir hayvan üstünde egemenlik kuramaz, hiçbir hayvanı seni eğlendirsin diye alçaltamazsın!
3. yeterli fiziksel ve toplumsal çevreyi sağlamadan hiçbir hayvanı tutsak edemezsin! (bana kalırsa hiçbir koşulda onları tutsak edemezsin! –h.a.)
4. senin hayat tarzına kolaylıkla uyum sağlayamayacak hiçbir hayvanı arkadaş olarak yanında tutamazsın!
5. insan nüfusundaki artışla ya da doğrudan doğruya kötü davranışla hiçbir hayvan türünü yokedemezsin!
6. sana spor imkanları sağlasın diye hiçbir hayvana acı çektiremezsin!
7. gereksiz deneyler için hiçbir hayvanı bedensel ya da ruhsal işkenceye tabi tutamazsın!
8. sana besin sağlasın diye hiçbir çiftlik hayvanını mahrumiyete mahkum edemezsin! (bana kalırsa “çiftlik hayvanı” da ne demek? –h.a.)
9. kürkü, derisi, dişi ya da başka bir şeyi için hiçbir hayvana eziyet edemezsin!
10. hiçbir işçi hayvanı kendisinde strese ya da bedensel bir zarara yolaçacak bir işte çalıştıramazsın! (bana kalırsa zaten hakkın yok hayvanları çalıştırmaya! –h.a.)

her hayvanın özgürce, kendi hayat alanında, kendince, kendi doğal ömrünü tamamlayıncaya kadar, neslini koruyarak yaşamaya; ille de onunla arkadaş olacaksan onun kişiliğine, onuruna, haklarına, ihtiyaçlarına ve ihtiyaçlarını giderme biçimine saygı duyarak ve riayet ederek ilişki kurulmaya hakkı vardır. bu hak senin lütfun, alicenaplığın falan da değildir. hayvanları ikinci üçüncü sınıf yaratık olarak görmek, aşağılamak, onları doğal habitatlarından koparmak, onları aşağılamak, onlara zulüm ve işkence etmek, onları esir ve köle olarak çalıştırmak ve yaşatmak, bedensel ve ruhsal bütünlüklerine zarar vermek, sakatlamak, yaralamak, öldürmek senin haddin değildir. hem hangi hayvan küreyi ısındırdı, ozon tabakasını deldi, kendi soyunu sayısız kez kırıp geçirdi, kendini yenilmez ve yanılmaz efendi yerine koydu, bir karışlık aklıyla kâinatın sırrını şıpınişi çözüverdiğini zannetti senden başka?

neymiş o halde? adam gibi tanımlayalım şimdi hayvan kardeşimizi:

hayvan: kâinatın dünya adı verilmiş minicik bir gökcismi üzerinde, o gökcisminin tabiatının, hiyerarşik olarak dizilemez, farklılıkları biri diğerinin aleyhine olacak biçimde öne sürülemez, biri diğerinin kayıtsız şartsız hizmetine koşulamaz, insan, ağaç, taş gibi, değeri tabiatın ve kâinatın bir zerresi olmaktan menkul, saygın varlık türlerinden biri. yoksa hoşuna gitmedi mi tanımım? yürrü, anca gidersin insan ogli insan!

örnek cümleyle insanlığımıza son verelim: “insan gelmeden önce ‘ağaç, hayvan, kaya, bulut’ filan yoktu; onların hepsi tabiatın tezahürleriydi. insan geldi, mertlik bozuldu.”

ha, dersen ki “tahtakurusundan, sivrisinekten uyuyamıyom geceleri”, tahtayı kurutmayaydın sen de, heyvanın ne kabahati var, hem zaten kanın da pek tatlıymış duyduğuma göre, sivrisineğin canı çekmesin de n’apsın yavrucak.

bokun da bokböceğine ihtiyacı var hem, yoksa nasıl havalanacak da kuruyacak?

hadi gel köyümüze geri dönelim. söğüt yuva yapmış manda dalına. national geographic izleyelim, sevişelim, üreyelim. hayvanatın, nebatatın, tabiatın saflığıyla. (bu makalemizde ağır abiliğimiz tuttu sanırsam! n’apalım, arada olsun öyle sayın seyircı.)

hicabi bey’in vita kutusu

Şubat 11, 2011 - Bir Yanıt

hayat: o ki ad nauseam.* o ki bi kere tuttu mu kolundan bırakmaz. gel desen gelmez, git desen gitmez. arsız. hırsız. tekinsiz. o ki causa mortis.**

yol biter ömrün bitmeyeceği tutar bazılarına. bi de “ömür” ile “hayat” nedense –aslında taammüden– pek karıştırılır. ömür, hayattan koparabildiğince kıl koparmanın birkaç onyıllık hikâyesinden başka bişey değildir. ömrün yetmiş yıl mı, belki hayatın yedi yıl. kabınca. kalıbınca. demince.

na vadisindekilere bakarsak –ki ben ursula le guin teyzemin yalancısıyım– “gerekenden fazla olan şey, hayattır.”

hayat, bazılarımız için gerçekten de bir “hayat”tır; bir tür avlu/bahçeye denir anadolu’da öyle. bazılarımız içinse kızıl kmerlerin ölüm tarlası. ha bi de hayata “yaşam” diyenleri evire çevire dövmek gelir içimden hep. ziqtiğimin kültürel ırkçılığı.

hayat kimilerine yolculuk, kimilerine sevda, kimilerine rüya, kimilerine bahar. bazısı gecede umuda sarılır, bazısı yalnızlıkta şiiri dokur. öyle bir piyes ki hayat, üç birlik kuralı işlemez. hayata çok bayat diye burun kıvıranlar onun gözünde zayiat.

konsantre hayattır kitaplar. okumak: yaşamak. yaşamak: yazmak. harfiyat: hafriyat. sözcü[k]ler: gözcü[k]ler. cümle âlem: cümle alem. sen yokken hepsi vardı, sen yokken hiçbiri yoktu. sen yokolacaksın, hiçbiri yokolmayacak. sen yokolacaksın, hepsi yokolacak. çöz çözebilirsen. gör görebilirsen. söz: köz.

parantez açmasak olmaz mıydı? parantezin içindekilere gerek var mıydı? ya atlarlarsa? ya görmezlerse? ya bir sonraki paragrafa sarkarsa? nefesin yeter mi? sesin kesilmez mi? hevesin heves kalır mı?

hayatla kurduğun ilişkinin bilançosuna bakalım bi. duyduğun huzuru, ettiğin hazzı, aldığın zevki aktife; yarattığın armonik zenginliği, sağladığın kılçıksız uyumu, kattığın derin anlamı pasife yazmış mısın? borçlu mu görünüyorsun, alacaklı mı? yoksa çizginin sağı da solu da bomboş, sayfa tertemiz mi?

yanlış hayatın doğru yaşanmayacağını bilen bilir mi? adorno deyince akan sular durur mu? ıssız acun kalır mı?

aşk mı hayatın? hayat mı aşkın? nesidir? neyin nesidir? ikisine de maruz mu kalırız? ikisinden de düşük mü yaparız?

hayat üzerine ahkam kesmek abes. hayat hem hükümdür hem hakim. düğüm üzerine düğüm, hüküm üzerine hüküm… redd-i hakim mi? faydasız! sulh u sükun mu? imkansız.

hayat: fikrimin ince gülü. kalbimin şizofrenik bülbülü. yaktın beni. yaktım seni.

hayat: bir yanı kiraz, öte yanı servi. hayat: nakıs teşebbüs. yarım tebessüm. bakarsın selim, bakarsın habis.

oktay rıfat amcam yaprak dergisinin 1 ocak 1949 tarihli ilk sayısında (her ayın biriyle onbeşinde çıkar, sahibi ve yazı işlerini fiilen idare eden: orhan veli kanık, fiyatı 15 kuruş, abone olursanız 6 aylığı 150 kuruş) bak ne diyor:

“hepimizin ağzımız burnumuz var / hepimizin aklı / gün gibi aşikâr işte / o haksız bu haklı //
biz yaya kalmışız bu kervanda / beyler paşalar atlı / dökülmüşüz yollara çoluk çocuk / kimisi kel kimisi bitli //
bu toprak eski toprak dost toprak / tarlalar bereketli / bıngıl bıngıl çayırlarda kuzular / danalar etli //
bize gelince işler çapan hemşerim / incirim yenmiyor sütlü / taş gibi mübarek kara somun / kirazlar kurtlu //
amanın bu ne biçim tecelli / dostlar neden bu ikilik / neden neden neden / insan dertli oluyor dertli //
geberin diyor şeytan / işiniz ne bu dünyada / yağma yok kör şeytan / yaşamak tatlı”

yaşamak yarsiz yarensiz yuvarlanıp gitmekse, aklını fikrini günde onbeş saat haftada beş altı gün elin adamına kiraya verip sonra da köşedeki orospu melahat’ten (kod adı çiğsem) beter olduğun halde ona sokaklara düşmüş diye acımaksa, ülkesinin yazgısı da kendi yazgısı gibi bi türlü düzelmek bilmeden ömür tüketmekse… neresi tatlı bre oktay rıfat bey? böyle hayatı istifra edeyim ben. dur gidip bir daha üstat cortazar’ın “seksek”ini okuyayım ben.

çok yaşa hayat! hayat ölür mü ki? ölür. herşey ölür.

her hayat erken hayattır cemal abi. ve herşeyin fazlası zarardır.

örnek cümle: “kim geçer hayattan, kim ölümden kalır?”

(*) kusturacak kadar.
(**) ölüm nedeni.
(***) müzik: portishead & radiohead, “half day closing”.

trigonometrist hicabi bey

Şubat 9, 2011 - Leave a Response

aşk (4): lugatimizi bana kalsa tek bir maddeyle başlatır ve bitirirdim amma neylersin ki öyle lugat olur mu diye beni tefe koyar aziz milletimiz. yine de bak laf tükenmek bilmiyor bi türlü, mevzu aşk u sevda olunca. körlerin fil tarifine benzer aşkı tarif etmeye çalışmak, herkes görmek istediği yahut görebildiği yanını görüp tarif etmeye kalkışır. müellifiniz olaraktan ben bütün körlerin yerine geçip bütün özürlü tarifleri biraraya getirirsem acaba bütüne ulaşabilir miyim diye saf saf aranıyorumdur. hani belki. gelgelelim ortada fil mil yoktur! körler olmayan bir fili tarif etmektedirler. daha da açığını fısıldayayım kulaklarınıza: herkes kendi filini, kendi tahayyülündeki fili tarif etmektedir. iki önceki makalemizde hastalık olduğunu da belirtmiş idim ya, dün gazetede gündüz vassaf buna bir kürt açılımı getirerekten “aşk hastalığı değil, aşık olmama hastalığı vardır” buyurmuş. iyi etmiş, hastadır aşık olmayan, yarımdır, sakattır hatta. john berger ustamızın şeysini de iyice vulgarize, egzajere ve dejenere ederekten bade içerekten “aşk bir görme biçimidir” desek ne kaybederiz zincirlerimizden başka? vassaf dayımız görmek filan deyince yine devreye girer ve zarif bir ortayla ağları dalgalandırır: “aşık olan için gözü dünyayı görmüyor diyen biziz. ama gene de biziz, aşık olunca evrene bambaşka bakılabileceğini bilen.” henry david thoreau dedemiz dayanamaz ve pineklediği berjerden lafa karışır: “baktığın değil, gördüğün önemlidir.” yalansa söyle.

sosyolog alberoni, “aşık olma” (innamoramento) ile “aşk”ı (amore) ayrı ayrı (ve temel mesele olarak da aşkı değil aşık olmayı) ele alıyor ve ilkini “iki kişiye dayalı kollektif bir hareketin başlangıç evresi” olarak tanımlayarak onun tıpkı devrimler, dinlerin sahneye çıkışı ve benzeri tarihte, sosyal hayatta insanlararası ilişkileri temelinden sarsan majör kollektif hareketler gibi “olağanüstü olaylar kütüğüne kayıtlı” olduğunun altını çiziyor. aşkı, karşısındakinin biricikliğini kavrama ve kabullenme ama buna rağmen ve bununla birlikte bir füzyona yelken açma arzusunun iki karşıt kutup olarak yarattığı bir gerilim süreci, bir mücadele olarak görüyor. alberoni’ye göre yalnızca aşık olmaya hazır olanlar aşık olurlar (ama elbette ikincisi, ilkinin zorunlu sonucu olmak durumunda değildir). “aşk” ise “benim/senin sorunlarım/sorunların”dan “bizim sorunlarımız”a evrilmektir.

yirmi asır öncesinden bize seslenen romalı mimar vitruvius’un kendi alanı için vazgeçilmez gördüğü üç-ilkenin aslında hayatın her alanında geçerli olduğunu düşünüyorum ben. nedir bunlar? utilitas (kullanışlılık) + firmitas (sağlamlık) + venustas (güzellik). amaca uygun/işlevsel olmayanın, tasarım/yapım/inşa/üretim tekniği uygun olmayanın, estetiği/beş duyuyu/güzellik algımızı ihya etmeyenin beş para etmeyeceğini anlamak için kâhin olmaya lüzum var mıdır?

evvelen, aşkın kullanışlılığı nasıl olur? aşk bir amaca mı hizmet eder? nedir aşkın fonksiyonu, cebirsel midir, trigonometrik midir? bütün eşyalarda bir ergonomi gözetilir, ergonomi kullanışlılığın en önemli unsurudur. aşkta bunun tam tersidir; aşkın kullanışlılığı rahatsız edici, huzursuz edici, oranı buranı, en çok da kalbini ağrıtıcı oluşunda yatar. bi tuhaftır onun kullanışlılığı; hatlarının, dokusunun, maddesinin insan ruhunun asite yatmış kadar azap çekeceği, yanıp kavrulacağı, şekilden şekle gireceği bir nitelikte olmasındadır. aşk bir işe yarar mı? yarar. işe yaramaz gözükerek yarar hem de. hayata anlamını veren, tam da aşk gibi hiçbi halta yaramaz zannedilen, öyle gözüken şeyler değil midir? işimize yaradığı ayan beyan olan herşey sıkıcı, aptalca, soğuk suratlı ve monotondur. ne işe yarar aşk peki? bilen varsa beri gelsin. bilen varsa yırtık dondan çıksın.

saniyen, sağlam aşk nicedir? sağlamlık, dayanıklılık, kuntluk, zamanın akışının apsis, muhatabımızın idrakinin ordinat vazifesi gördüğü bir sistemin koordinat eğrisi midir aşkta? herşey çürür de bi tek aşk mı direnir bu biyokimyasal kaçınılmazlığa? dokusu mu sık örgülüdür, birbuçuk numara şişle örülmüş ters haraşo mudur? geçmeli ve şaşırtma derzli midir, bağlama taşlı dördül müdür yoksa? direnci ohm direnci midir, sıcaklık katsayısı negatif midir?

salisen, aşkta “venustas” ilkesi ontolojik değil midir zaten? “güzel olmayan aşk” ifadesi bir oksimoron değil midir? aşk bizatihi güzelliğin elle tutulur gözle görülür formu değil midir? sofist hippias’ı neden çıkmazlarda dolaştırıp durur sokrates, güzel nedir diye sorunca ona? platon’un bütün şiirlerini yakıp felsefeye gönül verdiği sırada alevlerden kurtulan bir beytinde kayıtlı değil midir aşkın “güzel”liği? (“sana bakmak için gökyüzü olsaydım, / göz göz olsaydım, onun gibi”) güzellik, duyular dünyasından idealar dünyasına sıçramayı başarınca gerçekten görülebilecek olan değil midir? plotinos’un süduriye yaklaşımından ilham alırsak, aşk bir mikro-tanrısallık neden olmasın? “bir”den südur eden herşeyin yine bir’e dönmek için duyduğu tanrı’da erime özleminin, isteğinin minör ölçeklisi? “ruhun bedende, zekânın ruhta, bir’in zekâda görünmesi” ise “güzel”, aşk da bir “güzel”lik coğrafyası, o coğrafyanın yumuşaklığı, sertliği, düzlüğü, engebesi, uçurumları, zirveleri ile büyüleyici uyum, oran ve tenasüp topoğrafyası ve ikliminin parıldayan güneşi neden olmasın? aşk, tanrı’nın sanatçı elinin titizlik ve özenle, bir çırpıda yarattığı mükemmel (ama mükemmelliği görünmez bir noktasındaki minicik kusurunda saklı) bir tablo neden olmasın? peki ya “bir şey olması gerektiği gibi olursa güzeldir” dersek skolastik takılarak, aşkın nasıl olması gerektiği üzerinde bir konsensusa varmadıkça onun güzel olup olmadığına nasıl karar vereceğiz? ha bi de güzellik, aşkın dehasından neşet etmez mi? ohooo, felsefeye dalarsak çıkamayız işin içinden. ya da tam da öyle çıkabiliriz.

ve ah ki ah, her güzel şeyin olduğu gibi aşkın da ergeç ölümle randevusu yok mudur? bir gün gelip çatsa bile aşkın kışı da vivaldi’nin kışı gibi estetize bir nihayet midir?

filmin daha ilk sahnesinde külyutmaz hicabi bey repliğini mırıldanır: aşk dediğin kuyu suyudur. acıdır, serttir, karnını şişirir, lâkin ne halt edeceksin, susuzsun! keleğe gelmediğine kendini inandırmak için de kuyu suyu değil, perrier içiyorum ben dersin, ben de bunu nah yerim! oh, pauvres singes! oh, quelles mauvaises bêtes! vous, pauvres singes, vous êtes plus malheureux que moi!”*

(*) ah, zavallı maymunlar! ah, ne kötü hayvanlar! siz, zavallı maymunlar, siz benden daha mutsuzsunuz!
(**) müzik: bob dylan, “hallelujah”, leonard cohen cover. “ama öğrendiğim tek şey aşktan /  silahını senden önce çekeni nasıl vuracağın”

şeytan bunun neresinde? (hicabi bey’in anna karenina hanım’a tevcih buyurduğu sual)

Şubat 7, 2011 - Bir Yanıt

aşk (3): bu bahis sıktı mı aziz okurcuğum? bu son, valla bak (desem de inanma!). sözü freud, fromm, camus, malinowsky, lawrence, de beauvoir, sorokin gibi zevatın analizlerini derlediği “aşkın anatomisi” adlı kitabının önsözünden geniş bir alıntıyla –aralara bazı notlar ekleştirerek– psikolog krich’e bırakır ve sahneden çekilirim. lâkin evvelen derim ki, aşk, aslına bakarsanız, bir edinilmiş çaresizlik halidir. neyse, siz benim dememe bakmayın, kendi bildiğinizi okuyun. ya da alıntımı:

tolstoy, günlüğünde, “insanların aşk dedikleri şeyi bilmiyorum,” diye itiraf eder. “aşk şimdiye kadar okuduklarım ve duyduklarım gibiyse, ben aşkı hiç tatmadım.” fakat günlüğünde bir başka anı şöyle başlar: “a’yı bir an gördüm. tanrım, ne çekici, ne güzel!.. kendimi, bugün koskocaman, yaşlı ormanda bir budala, bir vahşi gibi hissettim. günlerce boş yere beklemişim demek. teni nasıl pembe, gözleri ne kadar da ışıl ışıldı. hayatımda hiç duymadığım bir aşkla tutkunum ona. ondan başka birşey düşünemiyor, ölesiye ıstırap çekiyorum.”

tolstoy, ahlak yargılarındaki dehasına rağmen, akıl ve duygu arasındaki çelişkiyi hiçbir zaman çözümleyememiştir. ölümünden sonra yayımlanan kısa romanı “şeytan”da bile, aşkın ne olduğu ya da ne olması gerektiği konularıyla uğraşır. hikâyesine kaçınılmaz iki sondan hangisini seçeceğine karar veremez. çıkmaza düşen roman kişisi, önüne geçilmez tutkusunun nedeni olan güzel köylü kadını öldürerek ıstıraplarına son mu verecektir, yoksa kendisini yok ederek bu tutkuyu mu ortadan kaldıracaktır? tolstoy, her iki sonu da yazarak seçimi okuyucuya bırakır.

(…) tolstoy’un aşkı bilmediğini ileri sürmesine karşılık, hangi yazar “anna karenina”nın, “savaş ve barış”ın yazarından daha duygulu ve insanın içine işleyen aşk hikâyeleri yazmıştır? aşkının eşsiz olduğuna yürekten inanan her aşık, tolstoy gibi, kendi kendine yaşantısının başkalarının aşkı ile ortak niteliği olup olmadığını sormadan edemez. “ancak benim gibi aşık olan aşkımı anlayabilir,” diyerek kitaplara başvurur.

fakat hangi kitaplara? [örneğin hafif abi’nin mikemmmel lugatine –müellifinizin notu] “bütün edebiyatta aşka rastlanır,” der d’arcy, “fakat geçici bir olay olarak değil, edebiyatın özü olarak ve şaşırtacak derecede değişik biçimlerde.” bu karışık ve kaçınılmaz evrende aşk, kişisel bir seçim; kişiliğin, içinde bulunulan duruma karşı koyuşudur. bu durumda la rochefoucauld’un “insan, başkalarından duymamış olsa aşık olamazdı” özdeyişini doğrulayan sanatın aynasına döneriz. gerçekten de, bugün, onsuz dünyanın yörüngesinden çıkacağına inandığımız aşk masalı, şairlerin yeni bir buluşudur. onikinci yüzyılda provanslı troubadour’lar (aşk ve kahramanlık hikâyeleri anlatan [lan ikisi de aynı şey! –müellifinizin notu] saz şairleri) doyurulmamış isteği şiirsel aşk kavramının canalıcı noktası yaptıklarında, uygarlık tarihi yeni bir yöne döndürülmüştü.

aşkın insan hayatında yeri çok önemlidir ve yapısının incelenmesi, yaratıcı yazarların elindedir. aşkı tanımlamak için kaynaklar boldur ama, bu kavramı açıklamak zordur [bak üçtür açıklamak için götümüzü yırttığımız halde beceremedik halâ! –müellifinizin notu]. sanat  eseri, ne kadar anlamlı olursa olsun, içinde bulunduğumuz yolda bizi bir yere götürmez, sorularımıza karşılık vermez; fakat yeni birtakım sorunlar ortaya çıkarır.

(…) “aşk, hayatın bütünüyle kendisidir,” diye paul tillich haklı olarak aşkın sonsuzluğuyla insan düşüncesinin her alanını etkilediğine değinir. gerçekten de biz aşkı, bir romancının başkaldırma üzerine yazılmış bir denemesinde (camus); bir eleştiri uzmanının allegori konusunda ileri sürdüğü tezinde (lewis); bir doktorun anne bakımını incelemesinde (bowlby); bir antropologun ilkel “cinsiyet” efsaneleri araştırmasında (malinowsky); ahlak üzerine bir vaazda (niebuhr); kadının alınyazısına karşı çıkmasında (de beauvoir); bilinçaltı dünyasının bilimsel keşfinde (freud) ve buna benzer birçok alanda bulduk. aşk olayı hayatımızda oynadığı rol ve etkileri yönünden üç açıdan ele alındı:

1. miras kalan toplumsal bir gelenek olarak;
2. kişinin ihtiyacı ve gücü olarak;
3. insan varlığının sembolü ve örneği olarak.

pitirim sorokin’in, “dinsel, ahlaki, ontolojik, fiziksel, biyolojik, psikolojik ve sosyal” olarak ayırdığı aşkın değişik biçimleri, çeşitli yazarlarca incelenmiştir. bu kitap aşkı, varlığın özü yapan ve yaratıcı bir güce mal eden ontolojik aşk kavramından cinsel birleşmenin yalın biçimine kadar kapsamaktadır. bu iki uç arasındaki aşka varan yolların birçoğu da ele alınarak aradaki boşluk doldurulmuştur. [ciltli ve şömizlidir, 20 liradır. hafif abi de, hicabi bey de hiçbir kitabını ödünç vermez, boşuna sulanmayınız. bu kadarıyla yetininiz. zaten halâ aşktan bi bok anlamadıysanız bundan sonra hiç anlamazsınız güzel kardeşim, kalbinizi yormayınız, size daha lâzım. –müellifinizin notu]

***

örnek tümcemizle son noktayı koyalım bahsimize: aşk, halâ getirilip odasına monte edilmemiş olan yeni kütüphanenin yokluğunda bile, nedense sırtı gözükmeyecek şekilde evin gelişigüzel yerlerine istiflenmiş kitaplar arasından kırk yıl öncesinin (1971) bir kitabını arayıp tarayıp bulduktan kelli oradan tam 500 kelimeyi üşenmeden siz lugat okurcuklarının istifadesine sunmayı vazife bilme şeklinde bok yemenin arapçasıdır.”